Uzunca bir gecikmişliğin ardından yazıyorum bu yazıyı. Gecikmesinin nedeni, ne bir tembellik ne de bir yoğunluğun verdiği zaman bulamama sorunu idi. Yazının gecikmesinin tek nedeni, birazdan okuyacağınız satırlarda ki şahsi duygularımı itiraf etme zorluğudur. İtiraf etmesi zor çünkü; kıskançlık duygusu hemen hemen her insanda olan ve birçok beşer insan ilişkilerinde ortaya çıkabilen bir duygu iken benim hayatımın en büyük kıskançlık duygusu bir şehre ve o şehrin toprağına, dağlarına karşı oldu.
Edebiyata ve söz sanatlarına ilgi duymaya başladığım ilk günlerden bu zamana kadar birçok kitap okudum. Bu okumalarda bir alışkanlık geliştirmiştim. Her kitabın mutlaka basım yerine, basım tarihine ve baskı sayısına bakmadan iyice incelemeden asla kitaba başlamıyordum. Aynı zamanda yazarın ön sözünü ve hayatını da asla okumamazlık etmiyordum. Kitabın içerisinde yazarın biyografisi yok ise çeşitli kaynaklardan buluyor ve mutlaka okuyordum. Biyografini bulamadığım veya baskı sayısını bilmediğim bir kitabı, bu bilgileri öğrenene kadar günlerce elimde gezdiriyordum. Bu durumda kitap daha okunmadan yıpranmış oluyor ve cildi bozuluyordu. Aslında bu durum birçok şehirde birçok cilt ustası ve sahafla da tanışmamı sağladı ama o konuyu başka bir yazının gündemi yapalım.
Bu biyografi okuma meselesi kitap okuma işlerini biraz daha genişletti ve biyografi kitaplarını okumaya başladım. Böylece gerek Cumhuriyet tarihinde eser vermiş edebiyat ve sanat çevrelerini gerekse tüm Dünya’da eserleri olan sanatçıları yakından tanıyor ve onlarla adeta yaşadıkları zamanlarda yolculuk yapıyordum. Hoşuma giden diğer durum ise biyografilerde bu yazarların yaşadıkları coğrafyaları öğrenmekti.
Özellikle Türk Edebiyatında ki okumalarımda her kitabın yazarının hayatını iyice irdeliyor, diğer yazarlarla birleştikleri ve ayrı düştükleri noktaları çok iyi tespit ediyordum. Bu hem yakın tarihin bir edebi karnesi oluyordu benim için hem de yazarların fikirlerini objektif olarak karşılaştırma imkanı veriyordu.
Peki tüm bu biyografileri okumamın ve yazarların hayatını öğrenmemin benim hayatımda ki en büyük kıskançlık duygusunu yaşamamla nasıl bir akrabalığı var?
Ben her okuduğum kitapta biraz daha bilgilenmekle, yazarları kafamda bir yerlere koymaya başlamıştım. Bazıları sadece kafamda kalmıyor oradan daha yüksek bir yere, kalbime doğru çıkıyorlardı. İşte tamda burada başladı bu dayanılmaz kıskançlık duygusu çünkü kalbinde yer etmiş yazar ve şairlerin hemen hemen hepsi Maraşlı idi. Bunu çok önceleri fark etmiştim fakat bilinçaltımda ya tesadüftür deyip geçiştiriyor ya da yok saymaya çalışıyordum.
Fakülte hayatına başladığımda sadece bu kıskançlık duygusunu kabul etmekle kalmadım, gidip bu yazarların ve şairlerin yaşadıkları, ilk yazılarını ve şiirlerini yazdıkları toprakları görmeye gitmeye karar verdim. Bu kararı bir türkü de verdim, Aşık Mahsuni Şerif’in Nurhak Dağı türküsünde.
Artık bir şeyleri açığa kavuşturmak zamanı gelmişti. Hem o toprağı görerek bu içimi kemiren merakı dindirmeli hem de sayfalarca kitaplara, kıta kıta şiirlere konu olan dağlara şöyle uzaktan bakmalıydım. Bir gece yarısı Ankara’dan otobüse bindim. Sabahın ilk saatlerinde orada olacaktım. Gece boyunca elimde yine Maraş’lı bir yazar olan Rasim Özdenören Hocamızın kitabı vardı. Yol boyunca kitabı bitirdim. Bir kez daha hayranlık ve kıskançlık duyguları beni esir aldı. Sabahın ilk saatleriyle Maraş tabelasını görmüş olduk. Bir delilik yapmak vardı içimde, ben madem bu coğrafyanın taşını, toprağını, dağlarını, gökyüzünü merak ediyordum o zaman derhal otobüsten inip yeni günü karşılamalıydım.
Şehri nasıl olsa uzun uzadıya gezecek, tarihini ve sayısal verilerini öğrenecektim. Bu kararımı fazla düşünmeden uyguladım. Otobüsten bir dağ başında indim. Hava buz kesmişti ama ben bu soğuğa aldıracak değildim. Gayet ciddi ve bir o kadar da içimde ki hayranlığı belli etmemeye çalışan tavır takındım. Ama o kadar kolay değildi bu tavrı sürdürmek, bağırmak geliyordu içimden. Hesap vermesiyle bu coğrafya bana bu kadar güzelliği, bu kadar büyük kalemleri, bu kadar mübarek satır ve sayfaları nasıl oldu da topraklarında toplamıştı. Öylece hayran hayran bakarken o coğrafyaya aklıma annenim birkaç sözü geldi. Annem bir kişi güzel bir iş yaptığında veya güzel bir insan gördüğünde şöyle der; ‘’Hangi Allah Dostunun duasını aldın da böyle oldun ey ademoğlu.’’ İlk olarak bu cümleyi haykırdım Maraş’ın dağlarına, sonra bir tebessüm ettiğim cahilliğime, içimden düzelttim kendimi, aslında bu soruyu şaire yazara sormak lazım, belki onlar Maraş’ın duasını almıştır.
Bu şekilde öğle vakti olmuştu. Sonrasında gün boyunca Maraş’ı mahalle mahalle, adım adım gezdim. Ertesi gün en az Maraş kadar ünlü olan Abdurrahim Karakoç diyarı Elbistan’a gittim. Her sokağında ayak izimi bıraktım. İçimde ki kıskançlık hissi biraz olsun dindi ve yerini bütünüyle huzura bıraktı. Birkaç günü içimdeki bu sabredilmez hissi yok etmek için harcadıktan sonra asırlık dosta veda eder gibi buruk ve bir o kadar da acizlik içerisinde Maraş’tan ayrıldım.
Edebiyat severler muhakkak ki biliyordur ama ben yine de ahde vefa duygusunu çiğnememek adına Maraş’ın havası teneffüs etmiş, toprağında ayak izini bırakmış o büyük kalemlerden bir kaçını buraya bırakmak istiyorum. …
Abdurrahim Karakoç, Aşık Hüdai, Alaaddin Özdenören, Aşık Mahzuni, Bahaettin Karakoç, Cahit Zarifoğlu, Celalettin Kurt, Erdem Beyazıt, Ertuğrul Karakoç, Karacaoğlan, Mehmet Nafiz Karakoç, Necip Fazıl Kısakürek, Nuri Pakdil, Aşık Çimani, Mehmet Akif İnan…
Büyük Ustaların hepsinin kalemlerinden öpüyorum…